Tarihin
Dönemlendirilmesi: Teslis Ekolü’ne Türk-İslam Medeniyeti Nazarından Eleştirel Bir Bakış
Muhammed
Said KARDAŞ[1]
Özet: Tarihin
dönemlendirilmesi meselesi bugün tarihçiliğimizi ve tarih algımızı etkileyen
önemli bir sorun olarak karşımıza çıkmaktadır. İlk insandan günümüze on
binlerce yıllık bir dönemi kapsayan insanlık tarihinin daha rahat anlaşılması,
çalışılması ve yorumlanabilmesi için bir taksimat yapılması gerektiği muhakkaktır.
Bu taksimat günümüze dek genellikle Hristiyan Avrupalı tarihçiler ve din
adamları tarafından yapıldığı için bugün tarihçiliğimizde birtakım sorunlarla
karşılaştığımız tartışmasız bir gerçektir. Bu çalışmamızda bunun nedenlerini
görecek, Batılı, Hristiyan din adamları ve tarihçiler tarafından dikilen
dönemlendirme gömleğinin Türk-İslam medeniyetine uygun olup olmadığını
tartışacağız.
Anahtar
Kelimeler: Tarihin Dönemlendirilmesi, Türk-İslam
Medeniyeti, Üçlü Sistem, Teslis Ekolü, Avrupa Merkezcilik.
Abstract: The
periodization of history is an important problem in Turkish historiography and
todays perception of history. It is certain that a periodization should be made
in order to understand, study and interpret the history of humanity, which
covers a period of tens of thousands of years from the first man to the
present. It is an indisputable fact that today we encounter some problems in
Turkish historiography, as this division has been generally made by Christian
European historians and clergymen. In this study, we will see the reasons of that
problems and discuss whether the periodization of history made by Western,
Christian clergymen and historians is appropriate for Turkish-Islamic
civilization.
Key
Words: The Periodization of History, Turkish-Islam
Civilization, Eurocentrism, Triple Partitioning.
Giriş:
Tarih, insanlık tarihini ilk insanın ortaya çıkışından
günümüze kadar yer ve zaman belirtip neden-sonuç ilişkisi gözeterek belirli bir
metodoloji ile inceleyen bir bilim dalıdır. E. H. Carr (1892-1982) “Tarihi
"geçmiş ile bugün arasındaki bitmeyen bir diyalog”[2]
şeklinde tanımlamaktadır. Tarihin bu diyaloğunun bütün insanlığı ihtiva etmesi
gerekliliği tarih araştırmalarında ihtisaslaşma zaruretini doğurur. Ömür kısa
ve lüzumlu işler çok olduğundan tek bir tarihçinin dünya tarihinin tamamını en
küçük ayrıntısına kadar tümüyle bilmesi imkân kabilinde değildir. Çünkü
insanlık dünyanın tüm kıtalarında, on binlerce yıldır süregelen bir öyküye ve
geçmişe sahiptir. Bu alanda mesai sarf edecek bir tarihçinin İnka Dili,
Sümerce, Sanskritçe, Antik Yunanca, Aramca, Asurca’dan Arapça, Farsça, Çince,
Latince’ye ve modern dillere, unutulmuş dillerden Mısır hiyerogliflerine kadar okuyup
anlamlandırabilmesi iktiza eder. Bu tek bir insanın var olmuş bütün dilleri
bilmesi anlamına geldiğinden gayri mümkündür. Burada karşımıza dil meselesi
çıkıyor.
Daha sonra uygarlığın izlerini Güney Amerika’daki Ant
Dağları’ndan Çin Seddi’ne kadar dünyanın dört bir tarafında takip etmesi,
arkeolojik verileri incelemesi ve görmesi gerekmektedir. Bunun da gayet
imkânsız olduğu herkesçe malum olsa gerek. İnsan zaman, mekân ve imkân ile
sınırlı, aciz bir varlıktır. Bu sebepten tarihin ayrılması, ihtisas alanlarına
bölünmesi elzemdir.
Bahsettiğimiz bölme ve ihtisaslaşma ihtiyacı çeşitli
saiklerle vücut bulduğundan çözüm önerileri de farklı sorulara cevap
niteliğindedir. Necmettin Alkan bu bölmeyi 4’e ayırır: Yatay bölme, dikey
bölme, ideolojik bölme ve çağlara bölme.[3]
Yatay bölme, tarihi ülkelere, coğrafyalara ve kıtalara
göre bölmedir. Dikey bölme, tarih disiplinini iktisat tarihi, siyasi tarih,
dinler tarihi gibi belirli alt başlıklara ayırmaktır. İdeolojik bölme belirli
bir siyasi görüşün bütün dünya tarihine uygulanması ve buna göre tasnif
edilmesidir. Örnek vermek gerekirse Auguste Comte (1798-1857) içinde yaşadığı
sürecin etkisiyle tarihi Teolojik-Metafizik-Pozitif olarak üçe ayırır. Karl
Marx (1818-1883) ise sahip olduğu materyalist görüş ile tarihin iktisadi sebeplere
ve sermayeye göre bölünmesi gerektiğini iddia eder ve tarihi İlkel Komünal toplum-Köleci
toplum-Feodal toplum-Kapitalist Burjuva toplumu-Sosyalist Proleterya
Diktatörlüğü-Sınıfların yok olduğu Komünist toplum olarak ayırır.[4]
Son sınıflandırma ise tarihin bazı olayları başlangıç ve bitiş noktası kabul
edilerek çağlara ayrılmasıdır.
Tarihin, belirli olaylar mihenk taşı kabul edilerek
çağlara ayrılması da kendi içerisinde sorunlar barındırır. Burada en temel
sorunlardan birisi hangi olayların kime nazaran önemli olduğudur. Bu durum “J. Huxley'in tanımlamasıyla "kendi test tüpü içinde
yaşayan sosyal bilimci" paradoksunu beraberinde getirmektedir. J. H. Plumb
tarihî objektivitenin mümkün olmamasına rağmen bir bilim adamı gibi davranmak
zorunda olmasının, modern tarihçinin en ciddi ikilemi olduğunu
vurgulamaktadır.”[6]
Esasen tarihin çağlara ayrılması meselesini kronolojik olarak incelediğimizde
tarihçinin kendi test tüpü içerisinde yaşadığı iddiasının o kadar da yanlış
olmadığını görürüz. Tarihin böyle bir bölümlemeye tabi tutulmasının ilk
örneklerini Yahudilik ve ardından Hristiyanlıkta görülebilir.
Tarihin
Çağlara Ayrılması Fikrinin Tarihî Gelişimi
Tarihin tarihine dair yapacağımız bir inceleme bizi
ilk toplumlara ve onların yaratılış mitlerine götürür. M.Ö 4. bin yılda yazının
ortaya çıktığı Sümer medeniyetinden itibaren yazılı kültür veya sözlü geleneğin
hüküm sürdüğü bütün medeniyetleri incelediğimiz zaman her toplumun öncelikli
meselesinin “nereden geldik” sorusuna cevap bulmak olduğu görülür. Bu sebepten
dolayı ilk dönemlerde tarihçilik efsanelerden ve kutsal metinlerin aktarımından
mürekkeptir. Konumuz gereği incelediğimiz üçlü tasnifin kökenlerinde de buna
binaen Eski Ahit ve Yeni Ahit’te geçen anlatılar yatmaktadır. Meşhur tarihçi Page
Smith (1917-1995) de “Tarihsiz (historyless) medeniyetlerden oluşan bir
dünyada ilk defa Yahudiler tarihi keşfetti.”[7]
sözüyle Hristiyan tarihçiliğine de tevarüs eden Tanah alıntılarının önemine
vurgu yapar.
Tarihçiliğini Yahudilikten alan Hristiyan düşünce
sistemine göre “Tanrı zaten bütün tarihi vahyetmişti.”[8] Bu
nedenle Kitab-ı Mukaddes Hristiyan din adamları ve tarihçilerce en mükemmel
tarihi kaynak olarak kabul edilmiştir. Tarihin çağlara ayrılmasında da ondan
istifade edilmiştir.
Üçlü tasnifin tarihi serüveni Alkan’a göre “Aurelius
Agustinus’a (354-430) kadar geri gitmektedir. Katolik Kilisesi babası Aziz
Augustinus, Yahudi-Hıristiyan metinlerine istinaden Ahd-i Atik’te geçen,
dünyanın 6 günde yaratılmasından hareketle tarihi 6 döneme ayırmıştır.
Başlangıç ve bitişi Kitâb-ı Mukaddes’te isimleri geçen peygamberlere tekabül
eden dönemlerin her biri, bin yıl sürmektedir.”[9]
Augustinus “bir Hıristiyan klasiği kabul edilen
meşhur “De civitate Dei/Tanrı Devleti” kitabında tarih kurgusunu iki aşamalı
olarak tasvir etmiştir: Birincisinde, o günkü topluma hâkim olan genel
kriterlerden hareket ederek önce insan ömrünün altı döneminden bahsetmiştir.
∗ Infantia/çocukluk
(1-7),
∗ Pueritia/buluğ
(8-14),
∗
Adolescentia/gençlik (15-28),
∗ Iuventus/gençlik
(29-40),
∗ Gravitas/olgunluk
(41-50),
∗ Senectus/yaşlılık
(50-).”[10]
Augustinus daha sonra kendi inancından hareketle
tarihi de şu aralıklara gelecek çağlarla dönemlendirmiştir:
“1.
Infantia: Hz. Âdem-Hz. Nuh(Tufan)
2.
Pueritia: Hz. Nuh-Hz. İbrahim
3.
Adolescentia: Hz. İbrahim-Hz. Davud
4.
Iuventus: Hz. Davud-Babil Sürgünü
5.
Gravitas: Babil Sürgünü-Hz. İsa’nın Doğması, kendi orijinal ifadesiyle ”Hz.
İsa’nın insan olması”
6.
Senectus: Hz. İsa’nın Doğması-Dünyanın Sonu”
Burada Augustinus’un taksimi kendi dini inancına göre
yapması dikkate alınması gereken bir husustur. Hristiyan teolojisine göre dünya
yaratılışından itibaren Hz. İsa’nın gelmesine hazırlanmıştır. Augustinus da
tarih taksiminde Hz. İsa’yı çok önemli bir yerde konumlandırmıştır. Nitekim
tarihin bölümlere ayrılması hakkında “Amerikalı tarihçi Charles Maier,
zamanın hem kavranış biçimi açısından hem de tahsis terimleri açısından politik
bir şey olduğunu ileri sürer. Nasıl ki tarihte herhangi bir olayın başlangıç ve
bitiş noktasını saptamak, tarihçinin o olaya ilişkin algı ve ideolojisince
belirlenebiliyorsa, aynı belirlenme, dönemlendirme yaparken de geçerli
olabilmektedir”[11]
Alkan, Augustinus ile birlikte tarihçinin olaya
ilişkin algı ve ideolojisinin devreye girmesi konusunda “Bu şekilde tarihî
süreçte cereyan eden olaylar arasında ilginç bir şekilde inanç merkezli ve
keyfî “seçicilik” geleneği başlamıştır. Bu gelenek daha sonrakilere bir
örneklik teşkil etmiştir. Böylece farklı zaman dilimlerinde farklı tarihçiler
kendi inanç/fikir/keyfîne göre tarihi çağlara ayıracaklardır.”[12]
demiştir.
Augustinus’tan sonra bu konuda kökten bir değişiklik
Sophronius Eusebius Hieronymus (347-419) ile gerçekleşmiştir. Augustinus gibi
kilise babası ve büyük bir Hristiyan din adamı olan Hieronymus tarihi çağlara
ayırırken Tanah'ın Ketuvim kitabına bağlı Daniel
kitabından ilham alan bir görüş ortaya atmıştır. Daniel kitabının ikinci
babında geçen bir kıssada Babil Kralı Nebukadnezar bir rüya görmüş ve bu
rüyasının tabir edilmesini istemiştir. Sürgündeki Yahudalılardan öbür
adı Belteşassar olan Daniel tarafından tabir edilen rüyasında kral altın, gümüş, tunç ve demirden yapılmış büyük bir heykel
görmüştü. Daniel bu dört maden ile dört imparatorluğun kastedildiği şeklinde
bir tabirde bulunmuş ve Nebukadnezar tarafından taltif edilmişti.[13]
“Hieronymus bu rüyada geçen dört imparatorluğun sırasıyla
Babil, Pers, Grek ve Roma imparatorlukları olduğunu iddia ederek, tarihî süreci
bu şekilde “dört dünya imparatorluğu” çağına ayırmıştır”[14]
Hristiyan tarihyazımında etkili olmuş bir diğer Kilise
Babası ve piskopos Sevilialı Isidore’dir (560-636). R. G. Collingwood’a (1889-1943)
göre onun tarih yazımına katkısı “her şeyi İsa’nın doğuşundan ileriye ve
geriye tarihleyen tek evrensel zamandizin tasarımının”[15]
kökeni olmasıdır. Bu kronoloji tasarımı tarihçilik açısından devrim
niteliğindedir. Çünkü bu fikirle birlikte herhangi bir tarihçi kendi nazarında
ehemmiyet atfettiği bir olguyu tarihi gerçekliği bölümlemede milat olarak kabul
edebilme hakkına sahip olmuştur. Alkan bu metodun özellikle 16. asırdan sonra
Avrupalı aydınları etkilediğini iddia eder. Alkan’a göre bu çağdan itibaren
Batılı aydınlar “Reform, Rönesans, Aydınlanma ve Fransız ihtilâli gibi kendi
siyasî fikirlerine ve hayal dünyalarına göre önem verdikleri olayları merkeze
yerleştirmek suretiyle tarihî süreci anlamlandırmaya çalışmışlardır. Onlara
göre, tarihe yön ve ekil veren hadiseler bunlar olup, diğerleri ancak ikinci
veya üçüncü derecede, yerine göre hiç de ehemmiyet arz etmeyen hadiselerdir.”[16]
Tarihi
üç ana başlık ile tasnif eden ilk isim olan Fioreli Joachim (1130-1202), “İtalya’nın
en güneyinde çizmenin ucunda Fiore manastırı ve Florens tarikatının kurucusu ve
çok önemli bir Katolik din adamıdır.”[17]
Joachim, kökeni Tanah’a dayanan altı parçalı sistemi teslis esasına göre
üçe ayırmıştır: “Babanın ya da cisimleşmemiş Tanrının egemenliği, yani Hıristiyanlık
öncesi çağ; Oğulun egemenliği ya da Hıristiyanlık çağı; gelecekte başlayacak
olan Kutsal Ruhun egemenliği.”[18]
Burada taksimin tamamen teolojik sebeplerle yapılması ve Hristiyan
nümerolojisinin kuşkusuz en önemli rakamı olan “3” parçanın seçilmesi
Joachim’in dini kişiliğiyle anlaşılmalıdır. Joachim de öncesinde saydığımız
ardılları gibi bir din adamıdır.
Bu yazarlar önce din adamı, sonra tarihçiydiler. Onlar
için tarihçilik Hristiyanlığı anlamlandırmanın, kilise ve manastırlarına hizmet
etmenin aracıdır. Bu dönemde tarihçilik din adamlarının yapabileceği bir
uğraştı. Manastırlarda papaz eğitiminin bir parçası olarak, sayıları iki elin
parmaklarını geçmeyecek insan tarafından “scriptoria”larda tarihi bilgi yine
bir avuç insan için üretiliyor ve yineleniyordu. Kilise babaları tarafından
ortaya atılan tarih anlatılarında geleceğe dair kehanetlerin var olması ise
dönemin aydınları tarafından hem bir entelektüel seviyenin hem de mistisizmin
tezahürü addediliyordu.[19]
Temelleri Kitab-ı Mukaddese dayanan,
kavramsallaştırılması ise Hristiyanlık propagandası yapmak ve Hristiyanlığı
anlamak adına bizzat Avrupalı, Hristiyan din adamları tarafından
gerçekleştirilen üçlü sistemin başta Türk ve İslam tarihi olmak üzere dünya
tarihine uygun olup olmadığını tartışmadan önce teslis ekolünün teşekkülünde
önemli rol oynamış üç ismi daha incelememiz gerekiyor: Francesco Petrarca(1304-1374), Gisbert
Voetius(1589-1676) ve Christoph Cellarius(1634-1707).
Pek çok kaynakta hümanizmanın kurucusu olarak
zikredilen Petrarca’nın önemi Ortaçağ mefhumunu “barbara saecula/barbar çağ”[20]
olarak tanımlayan ilk yazar olmasıdır. Bugün dahi tartışmasız bir gerçek olarak
kabul gören Ortaçağ’ın karanlığın ve cehaletin hüküm sürdüğü yaklaşık 1000
yıllık bir dönem olduğu düşüncesinin doğruluğu tartışmaya açıktır. Çünkü
Petrarca’nın Avrupa merkezci bir bakış açısıyla karanlık olarak tanımladığı
dönemde İslam’ın zuhuru vuku bulmuştu. İslam medeniyeti felsefede, bilimde,
sanatta, teknolojide ve daha birçok farklı alanda zirveyi temsil eder bir hale
bürünmüştü. Yine Petrarca’nın yaşadığı XIV. yüzyılda Aztek İmparatorluğu,
çağdaşı Avrupa şehirlerinin ötesinde bir nüfusa ve gelişmişliğe sahip,
inşasında oldukça zor ve karmaşık teknikler kullanılan Tenochtitlan şehrinde hüküm sürmekteydi. Bu durum karşısında Ortaçağ
mefhumunda barınmakta olan karanlığın sadece Hristiyan Batı Avrupa’yı
kapsadığı, tüm dünya tarihine yayılamayacağı muhakkaktır.
Ayrıca bin yıllık bir dönemi Avrupa
için de tamamen karanlık addetmenin sorunlu bir yaklaşım olduğu apaçık
ortadadır. Çünkü Ortaçağ olarak tanımlanan bu dönemde hayli sanat eseri,
felsefi tartışma ve akımlar ortaya çıkmıştır. Ortaçağ kavramına daha düzgün bir
çerçeveden bakmak, Ortaçağı iyi ve kötü yönleriyle anlamlandırmaya çalışmak
önemlidir. Annales ekolüne mensup tarihçi Jacques Le Goff (1924-2014) “Tarihi
Dönemlere Ayırmak Şart mı?” adlı eserinde bu
konuyu tartışmıştır. Goff’un eserinde “Özellikle edebiyat,
resim, müzik alanındaki eserlere örnek verilerek, Rönesans'a nazire
yapılırcasına sunulmuştur. Ortaçağ'ın iyi yönleriyle beraber, engizisyon ve
cadılık gibi kötü yönlerine de temas edilerek, toplumda bıraktığı kara lekeler
üzerinde durulmuştur. Ortaçağ-Rönesans kıyaslarıyla beraber sadede gelinirken,
tarihin dönemlendirilmesine ilişkin kopuşlara az rastlandığı sonucuna
varılmıştır.”[21]
Velhasıl-ı kelam Petrarca’nın tarih tasnifi kendi dünya görüşünü yansıtmaktadır
ve siyasidir.
Kalvinist bir din adamı olan Voetius,
tarihi üç başlıkta ayırmıştı. Ancak başlıkları yine Hristiyan Avrupa’yı
ilgilendiren olgulardı. Burada dikkati çeken husus ise son çağı başlatan olayın
Katolik dünyayı ikiye ayıran Lutheryanizm’in doğumu olarak seçmesidir.
Voetius’un ayrımı şu şekildedir:
“1.
Başlangıç-500, “antiqua ecclesia”
2.
500-1517, “intermedia aetas”
3.
1517-Sonrası, “nova aetas” [22]
Üçlü sistemi hali hazırdaki vaziyetine getiren kişi
Alman Christoph Cellarius’dur. Cellarius tarihi taksim eden şahıslar içerisinde
-teoloji eğitimi alsa da- doğrudan din adamı olmayan tek kişidir. Cellarius
kendi dönemine gelen üçlü sistemi geliştirmiş ve içeriğini değiştirmiştir. Onun
tarih tasnifi şöyledir:
“Historia
antiqua/Eski Çağ, Başlangıçtan-337 Konstantin’in ölümü;
Historia
Medii Aevi/Orta Çağ, 337-1453 İstanbul’un Fethi;
Historia
Aevi Modern/Yeni Çağ, 1453-Sonrası.
Cellarius burada miras aldığı mevcut üçlü sistemi devam ettirmekle birlikte, tarihî süreci ve çağları tespit ederken her çağın başlangıç ve bitişleri için bilinen somut bazı tarihî olayları tercih etmiştir. Tercih ettiği olayların tamamı ise doğrudan Hıristiyanlık ve Avrupa tarihiyle alakalı gelişmelerdir”[23]
Osmanlı
ve Cumhuriyet Dönemi Tarihçiliğimizde Tarihin Çağlara Ayrılması
Yukarıda aktardığımız örneklerde tarih taksiminde
Avrupalı Hristiyan teologlar ve teoloji eğitimi almış şahsiyetlerin başat rol
oynadığını ve bu şahsiyetlerin tarihi çağlara ayırmada Avrupa tarihi ve
Hristiyan inanç sistemi için büyün öneme haiz olayları seçtiği görülmektedir.
Peki Osmanlı tarihçileri kendi tarihlerini taksim ederken bu sisteme ne derece
bağlı kalıyorlardı?
Bu konu özellikle Osmanlı Devleti’nde 19. yüzyılda
modernleşme çabaları ile birlikte gündeme gelmiştir. Osmanlı modernleşmesi ve
eğitim alanındaki gelişmeler sonucundan Osmanlı tarihçiliği böyle bir ihtiyaç
hissetmişlerdir. “Bu anlamda üç Osmanlı tarihçisinin tespitleri ve
denemeleri dikkat çekicidir. Hayrullah Efendi (1818-1866), Ahmed Cevdet Paşa
(1822- 1895) ve Süleyman Hüsnü Paşa (1838-1892) modern anlamda çağ tasnifini
ortaya atan ve çağ taksimi yapan ilk tarihçiler olmaları bakımından
önemlidirler.”[25]
Ancak Osmanlı tarihçileri bu taksimatta İslam ve özellikle Osmanlı
tarihini baz almışlardır.
Hayrullah Efendi’nin ayırdığı üçlü sistemin birincisi
olan “kurûn-ı ûlâ” Hz. Âdem’den 5. yüzyıla kadar olan dönemi kapsar. Bunu 5.
yüzyıl ile 15. yüzyıl arasını ihtiva eden “kurûn-ı vustâ” izler. 15. asırdan
başlayıp 19. yüzyılı da kapsayan son kısım ise “kurûn-ı ahîr”dir.
“Hayrullah
Efendi’nin bu sistemine göre Eski Çağ Hz. Adem-Hz. Musa; Orta Çağ Hz. Musa-622
Hicret ve Yeni Çağ ise 622 Hicret-1861 Sultan Abdülaziz (1861-1876) dönemlerini
kapsamaktadır. Böylece modern Avrupai üçlü sistemi esas alarak İslâm ve Osmanlı
tarihini üç çağa ayırmıştır.”[26]
İlk modern Osmanlı tarihçisi olan Ahmet Cevdet Paşa da
Avrupa’daki üçlü sistemi esas alan bir taksim yapmıştır. “Bu kurguya göre,
Hz. Âdem’den başlayarak Roma İmparatorluğu’nun 476’daki yıkılışına kadar geçen
zamanı Târih-i Atik/Eski Çağ; 476’dan başlayarak İstanbul’un Fethi olan 1453 veya
1492’deki Amerika’nın keşfi arasındaki dönemi Kurûn-ı Vusta/Orta Çağ ve
1453/1492’den “şimdiye” yani Cevdet Paşa’nın zamanına kadar geçen dönemi ise
Târih-i Cedîd/ Yeni Çağ’dır.”[27]
Cevdet Paşa bu ayrıma rağmen tarihin aslında ikiye ayrılması gerektiğini
iddia etmektedir. Bu ayrım Hz. Adem’in yaratılışından Hz. Muhammed’in doğumuna
kadar olan Tarih-i Atik ve oradan günümüze ulaşan Tarih—i Cedid.
Diğer bir Osmanlı tarihçisi olan Süleyman Hüsnü Paşa
tarih taksimini doğrudan Osmanlı Devleti’nin tarihi serüveni ile alakadardır.
İslam’ı ve Osmanlı tarihini kıstas alarak “tarihi üç çağa ayıran Hüsnü
Paşa’nın tasnifi şu şekildedir: “İlk Çağ Tarihi”, Hz. Âdem’in yaratılışından
başlayarak Hz. Muhammed’in peygamberliğine ve Hicret’e kadar geçen zaman
dilimini kapsar. Orta Çağ Tarihi, Hicret’in başlangıcından, Osmanlı
Saltanatı’nın ortaya çıkmasından, Sultan II. Mahmud’un Nizâm-ı Cedîd’i
kurmasına ve Yeniçeri Ocağı’nı kaldırmasına kadar geçen süreçtir. Yeniçeri
Ocağı’nın kaldırılmasından Târih-i Âlem’i kaleme aldığı yıla kadar gelen zaman
ise Son Çağ Tarihidir.[28]
Osmanlı müverrihleri tarihçiliklerinde İbn Haldun’dan
(1332-1406) kuşkusuz etkilenmişlerdir. Haldun’un devletlerin de insanlar gibi
bir ömre sahip olduğunu, devletlerin doğdukları, büyüdükleri ve öldüklerini
söylemiştir. Bu görüş Osmanlı nasihatname kültüründe ve klasik dönem tarih
kitaplarında da sıklıkla yer bulmaktadır. Özellikle Kâtip Çelebi (1609-1657) İbn
Haldun’un bu antropomorfik görüşünü yüksek sesle dillendirmiş ve kendisinden
sonra gelen Osmanlı tarihçilerini etkilemiştir. “XIX. yüzyılın
ortalarında klasik İslam siyaset felsefesinden ilham alan dönemin tarihçileri
Cevdet Paşa ve Mustafa Nuri Paşa, Osmanlı tarihini Kâtip Çelebi’yi izleyerek
gençlik, olgunluk ve yaşlılık dönemine ayırırlar. (...) Standart lise tarih
kitaplarına kadar giren Osmanlı tarihinin antropomorfik dönemlendirme
(gençlik/kuruluş, olgunluk/yükselme, yaşlılık/duraklama-çöküş) şeması,
Abdurrahman Şeref Efendi ve Yusuf Akçura kanalıyla günümüze taşınmıştır.”[29]
Cumhuriyet döneminde ise Türk tarihçileri Avrupa’da
kabul gören üçlü taksimi ve teslis ekolünü kabul etmişler ve Osmanlı
müverrihleri gibi bu konuya şerh düşme gayreti içerisine girmemişlerdir.
Tarihin çağlara ayrılması meselesine eleştirel bir bakış gösteren tek önemli
çalışma Alkan’ın tespitlerine göre büyük tarihçi İbrahim Kafesoğlu’na (1912-1984)
aittir. Kafesoğlu Hristiyan din adamları tarafında Avrupa merkezci bir
perspektif ile yapılan bu ayrımın yanlış olduğunu “ihtiva ettiği gerçeklik
payını başka ülkeler ve diğer milletler için de geçerli saymak imkânsız
gibidir. Çünkü, Avrupa dışında kalan kavim ve milletlerin tarihî gelişmelerini
aynı çerçeve içinde mütâlâa etmek, Asya ve Afrika milletlerinin mazilerini
böyle bir kalıba sokmak kabil olmamaktadır.” diyerek belirtmektedir.
Merhum Kafesoğlu’nun teslis ekolüne ve üçlü sisteme
alternatif olarak bir sistem önermesi dikkat çekicidir. Kafesoğlu Türk tarihini
Türk Eskiçağı, Türk Ortaçağı, Yeniçağımız ve Sonçağımız olarak bölümler.
Kafesoğlu’nun bu taksiminde “Türk Eskiçağı” tespit edilemediği için her
hangi bir başlangıç tayini yapmamaktadır. Yine “Türk Ortaçağı”nın da
“sınırları”nı tespit etmemekle birlikte, ilk İslâm-Türk devleti olan
Karahanlılarla başlatılması ve 1839 Tanzimat Fermanı’nın ilanı ile bitirilmesi
gerektiğini düşünmektedir. Devamında “Yeniçağımız” tabirini kullanarak, bunun
Tanzimat’la başlatılıp Cumhuriyet devrine sona erdirmektedir. “Sonçağımız” ise,
Cumhuriyetle başlamakta ve devam hâlen devam etmekte olduğunu iddia
ettirmektedir”[30]
Kafesoğlu bu çalışmasında Türk tarihinin daha önce
Rıza Nur (1879-1942) ve Zeki Velidi Togan (1890-1970) tarafından taksimata tabi
tutulduğunu ancak bunun kimse tarafından dikkate alınmadığını belirterek bu
taksimatı zikreder: “Rıza Nur, Türk tarihini “Eski Türk Tarihi (Türe ve Yasa
Devri=Millî Devir)”, “Yeni Türk Tarihi (Müslümanlık Devri=Dinî Devir)” ve “Taze
Türk Tarihi (Yeniden Doğuş ve Uyanma=İkinci Millî Devir)” olmak başlıca üç çağa
ayırdığı gibi Zeki Velidi Togan da XVI. Yüzyıl ortasına kadar ilerleme ve
yükselme çağı, Birinci Cihan Savaşı sonuna kadar gerileme ve çökme çağı ve
birinci Cihan Savaşından sonra da üçüncü bir çağ olmak üzere üç ana çağa
bölmektedir.”[31]
Sonuç ve Değerlendirme
Dünya tarihi, özellikle Türk-İslam medeniyeti ile taban tabana zıt olan bu anlayışta Avrupalı olmayan medeniyetlerin kendilerine yer bulmaları oldukça güçtür. Ancak dünyada tarihçilerden bu ayrıma ciddi bir eleştiri gelmediği gibi Türk tarihçiliğinde de gelmektedir. Osmanlı’da Ahmet Cevdet başta olmak üzere buna bazı itirazlar gelse ve tarih taksimleri yapılsa da Avrupa merkezci bakış cumhuriyet döneminde iyice kurumsallaşmıştır. Bu sisteme Rıza Nur, Togan ve Kafesoğlu dışında ciddi bir eleştiri dahi getirilmemiştir. Türk tarihçiliği içinde yaşadığımız çağın da gerektirdiği gibi Avrupa merkezci bir yaklaşımla yapılan bu ayrımı milli bir teoriye ve kökene göre yeniden yorumlamak, yazmak ve üretmek mecburiyetindedir. Tarihimizi daha doğru anlamlandırmaya yaklaşmamızın en önemli adımı bu olacaktır.
Kaynakça
Alkan,
Necmettin, “Tarihin Çağlara Ayrılmasında Üçlü Sistem ve Avrupa Merkezci Tarih
Kurgusu”, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, 2/9, (2009): 23-42.
_____________,
“Tarihin Çağlara Ayrılmasında “Üçlü Sistem” ve Türk-İslâm Tarihi’nin Çağ
Taksimi Meselesi”, Turkish History Education Jurnal, 3/2, (2014): 43-64.
Aslan,
Demo Ahmet, “Modern Türkiye Tarihinin Dönemlendirilme Meselesi” Turkish
History Education Jurnal, 3/2, (2014): 65-81.
Cadiou,
François, Clarisse Coulomb, Anne Lemonde ve Yves Santamaria, Tarih Nasıl
Yapılır, çev. Devrim Çetinkasap, İletişim Yayınları, İstanbul, 2013.
Collingwood, Robin George, Tarih Tasarımı, çev. Kurtuluş Dinçer, 2. Baskı, Gündoğan Yayınları, Ankara, 1996.
Özvar,
Erol, “Osmanlı Tarihinde Dönemlendirme Meselesi ve Osmanlı Nasihat Literatürü”,
Divan Dergisi, 4/7, (1999-2): 135-151.
Saraç,
Zafer, “Tarihi Dönemlere Ayırmak Şart mı?”, Tarih Kritik Dergisi, 3/2,
(2017) 107-109.
[1] Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Tarih Anabilim Dalı, Yüksek Lisans Öğrencisi.
[3] Necmettin Alkan, “Tarihin Çağlara Ayrılmasında Üçlü Sistem ve Avrupa Merkezci Tarih Kurgusu”, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, 2/9, 2009, ss. 28-29.
[4] İdeolojik yaklaşımlar geleceğe dair rasyonelliği tartışmalı kehanetler içermesi gibi sebeplerle tartışmalıdır. Ancak konumuz dördüncü bölme olan tarihin çağlara ayrılması olduğundan ve bu iddiaya karşı yazılmış geniş bir literatür hali hazırda mevcut olduğundan bu konuyu ele almayacağız.
[6] gös. yer.
[7] a.g.m., s. 3.
[8] François Cadiou vd., Tarih Nasıl Yapılır, çev. Devrim Çetinkasap, İletişim Yayınları, İstanbul, 2013, s. 49.
[9] Necmettin Alkan, “Tarihin Çağlara Ayrılmasında “Üçlü Sistem” ve Türk-İslâm Tarihi’nin Çağ Taksimi Meselesi”, Turkish History Education Jurnal, 3/2, 2014, s. 45-46.
[10] Alkan, “Avrupa Merkezci Tarih Kurgusu”, s. 29.
[11] Demo Ahmet Aslan, “Modern Türkiye Tarihinin Dönemlendirilme Meselesi” Turkish History Education Jurnal, 3/2, 2014, s. 66.
[12] Alkan, “Avrupa Merkezci Tarih Kurgusu”, s. 30.
[13] Rüyanın tamamı ve tabiri için bkz: “Daniel 2 (1-49)”, Kutsal Kitap Eski ve Yeni Antlaşma (Tevrat, Zebur ve İncil), Kitabı Mukaddes Şirketi Yayınları, İstanbul, 2014, s. 921-923.
[14] Alkan, “Avrupa Merkezci Tarih Kurgusu”, s. 31.
[15] R. G. Collingwood, Tarih Tasarımı, çev. Kurtuluş Dinçer, 2. Baskı, Gündoğan Yayınları, Ankara, 1996, s. 85.
[16] Alkan, “Avrupa Merkezci Tarih Kurgusu”, s. 31.
[17] a.g.m., s. 32.
[18] Alkan “Avrupa Merkezci Tarih Kurgusu”, s. 32; Collingwood, s. 87.
[19] Detaylı bilgi için bkz. François Cadiou vd., Tarih Nasıl Yapılır, ss. 45-60.
[20] Alkan, “Avrupa Merkezci Tarih Kurgusu”, s. 33
[21] Zafer Saraç, “Tarihi Dönemlere Ayırmak Şart mı?”, Tarih Kritik Dergisi, 3/2, 2017, s. 108. Konu ile ilgili detaylı bilgi için bkz. Jaques Le Goff, Tarihi Dönemlere Ayırmak Şart mı?, Çev. Ali Berktay, İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2016.
[22] Alkan, “Avrupa Merkezci Tarih Kurgusu”, s. 33.
[23] Alkan, “Türk-İslam Tarihi”, s. 46.
[25] Alkan, “Türk-İslam Tarihi”, s. 47.
[26] a.g.m., s. 48
[27] a.g.m., s. 49.
[28] a.g.m., s. 50.
[29] Erol Özvar, “Osmanlı Tarihinde Dönemlendirme Meselesi ve Osmanlı Nasihat Literatürü”, Divan Dergisi, 4/7, 1999-2, s. 138.
[30] Alkan, “Türk-İslam Tarihi, s. 52.
[31] a.g.m., s. 53.
Yorum Gönder